bugün

entry'ler (1225)

lionel messi

insan olmayan.

şişkolarla alay etmek

alay etmenin ya da durup dururken gidip kişinin kilosuyla ilgili konuşmanın hiçbir makul tarafı yok ama aksi yönde telkin etmek, "sen böyle güzelsin, bozma kendini hadi ye, tıkın bakalım" diye sapkın bir motivasyona girişmek de aynı oranda yanlış diye düşünüyorum.

bunların çoğunluğu da kadınlar tarafından kilolu kadınlara yapılıyor zaten, rakip elemek midir neyse artık dertleri. belli bir yaşın üstündeki erkekler arasında bunun geyiğinin döndüğünü falan hiç duymadım. en fazla kilolu kişi "abi yeter spora/diyete başlıyorum" der, ortamdaki diğer erkekler de cesaretlendirir o kişiyi. o diyet/spor gerçekleşir veya gerçekleşmez orası ayrı.

it

devasa boyuttaki kitabını aldığım ama okumak için hafız rahlesi gibi bişey aradığım kurgu ürünü. elde tutarak falan okunmaz yoksa.

gecenin şarkısı

kolera ft. sagopa kajmer - ne bilirsin

https://www.youtube.com/watch?v=3H7GQ7ioA2s

tee 2008-2009 civarında, abimin bilgisayarına limewire aracılığıyla indirip küçük sevimli mp3'üne attığı şarkılardan biri. dinler dinlemez çok sevmiştim. kolera'nın şarkılarının neden sevilmediğini anlamama engel olan en büyük sebeplerden biri olmuştu o yüzden. bir diğeri de sen nasıl bir insansın. gideyim de bu geceyi kolera gecesi yapayım bari. sagopa'ya ayıp olmaz zaten ona da az gece adamadık.

hehe. taze ergen 10610 15 sene sonra bu entryi gireceğini bilse çok şaşırırdı herhalde. hala buradayız oğlum. hala aynıyız bi' yerde.

book antiqua

yky'nin ilk harry potter türkçe baskılarında kullanıldığından daimi bir sempatimi kazanmış sevimli yazı tipi. nerede görsem içim ısınıverir hemen.

sözlük yazarlarının çizimleri

görsel

çizim: artline 0.4, 0.1 ve 0.05 kalemleri.
renklendirme: photoshop

telegram

whatsapp'tan üstün onlarca özelliğine ve kapasitesine rağmen çevremdeki kullanıcı sayısı çok olmadığı için yalnızca bilgisayar-telefon arası dosya aktarımı için kullandığım uygulama. o da epey işime yarıyor, o ayrı.

sözlük yazarlarının çizimleri

görsel

bu sene ite kaka katılabildiğim inktober'dan.

çizim: artline 0.05, 0.1 ve 0.4 çizim kalemleri.

ufak gölgelendirmeler/parlatmalar: photoshop.

in your world

kendisiyle yaşamayı beceremeyen, bunun hasediyle de kendi kendine mutlu olabilen insanlara hayata zindan etmeyi görev edinmiş toksik kitleye ithaf edilmiş (edilmediyse de edilmiş olması gereken diyeyim) harika bir origin of symmetry b-side'ı.

big mac in 14 tl den 80 tl ye çıkması

iki üstteki yazarın anlatmak istediği: (bkz: big mac endeksi)

endeksle mendeksle uğraşmak istemeyen güruh basitçe "bi mcdonalds hamburgerine 80 lira nedir aq" diyebilir. sonunda kadar da haklı olur.

sözlük yazarlarının çizimleri

Yarım saat farkla kaçırsam da batman gününe özel:

görsel

Çizildiği mecra: photoshop

radyo uludağ

fanta'lı mantalı nickli bi yazar vardı, o aktifti epey. sonrasını hatırlamıyorum ama sanki o dönemlerde düzenli dinleyicisi idim.

olm kafam çok iyi lan

bir 16 yaş ünlemi.

dünyayı uzaylılar istila etse yazarların tarafı

uzaylıların taraf seçmeye müsaade edeceğini düşünecek naiflikteki yazarların tercihleri.

iyi alıştınız humanoid formda, şapşik, meraklı uzaylı imgesine. gelsin ufak bir gezegen (veya bizim uydumuz olan ay) boyutunda kolu bacağı belirsiz devasa yaratıklar da, gidin söyleyin "abi ben sizinle savaşsam olur mu" diye

insanlardan uzak durmak

birer özne olarak insanlardan değil ama insanlıktan yılmakla alakalı olabilir.

"insanlardan nefret ettiğin anlamına gelmez bu, ne diye onlardan nefret edesin ki? Ne diye kendinden nefret edesin ki? Keşke insan türüne ait olmak, o dayanılmaz ve sağır edici gürültüyü de beraberinde getirmeseydi; keşke hayvanlar âleminden çıkıp aşılan o birkaç gülünç adımın bedeli, sözcüklerin, büyük tasarıların, büyük atılımların o dinmek bilmeyen hazımsızlığı olmasaydı! Karşı karşıya getirilebilen başparmaklara, iki ayak üstünde duruşa, omuzlar üzerinde başın yarım dönüşüne fazla ağır bir bedel bu. Yaşam denen bu kazan, bu fırın, bu ızgara, bu milyarlarca uyarı, kışkırtma, tembih, coşkunluk, bu bitmek bilmeyen baskı ortamı, bu sonsuz üretme, ezme, yutma, engelleri aşma, durmadan ve yeniden baştan yaratma makinesi, senin değersiz varoluşunun her gününü, her saatini yönetmek isteyen bu yumuşak dehşet."

georges perec.

"uyuyan adam"

ankara şarkıları

(bkz: perdenin ardındakiler)

(bkz: ankarayla bozuşuruz)

muse

2005. bir cuma akşamı. ümitköy’ün arka sokaklarında yağmurun altında abimin arkasında hızlı hızlı yürüyorum. küçük bir dvd kiralama dükkanına giriyoruz. abim kiralayacak film seçerken ben de etrafa bakıyorum. filmleri alıp çıkıyoruz. birkaç saat sonra abimin seçtiği filmlerden birini ailecek izlemeye başlıyoruz: haute tension. 9-10 yaşlarında bir çocuk için fazlasıyla kanlı bir film. teen slasher’larla ilk tanışmam bile olabilir. annem abime kızıyor bu ne biçim film diye ama izlemeye devam ediyoruz. gerilim yükseliyor. ana karakter bir kamyona atlıyor ve katilden kaçarken bir piyano çalmaya başlıyor. filmi unutup şarkıya kilitleniyorum. kreşendosuna kadar gözümü kırpmadan izliyorum. sonra şarkı kesiliyor ve film devam ediyor. film bittikten sonra kısa bir süre aklıma takılıyor o şarkı. interneti açıp filmin adını yazmayı akıl edemiyorum, sonra da unutup gidiyorum. new born’u keşfetmenin ucuna gidip geri dönüyorum o gün.

2007. okulda bütün gün görüştükten sonra sonra eve gidip saatlerce msn’den yazışmaya devam ettiğim yakın bir arkadaş grubum var. bir gün “stockholm syndrome” görüyorum bir arkadaşımın dinlediği şarkı durumunda. bakıyorum neymiş bu diye. o anki kulaklarım için fazla sert geliyor. yine de arkadaşımla ortak bir şeyler paylaşma hevesiyle dinliyorum bir süre.

2009. okulda bir twilight çılgınlığı. alıp okuyorum kitabı. seviyorum. filminin daha o yaz çıktığını öğreniyorum sonra. yavaş yavaş “dvd’ye film yazma” olayını öğrenmişim. internette bir süre cebelleştikten sonra bulup izliyorum filmi. malum beyzbol sahnesi. şarkı ile sahne uyumunu çok beğeniyorum ama film bittikten sonra araştıracak kadar değil. serinin diğer kitapları ve filmlerinin beklentisi ile unutuyorum supermassive black hole’u.

2012. facebook’ta aktif olduğum son yıllar. küresel ısınmaya dikkat çeken bir videoya denk geliyorum. altında hoş bir melodi. animals. videonun altında bir sürü yorum var, farenin tekerleğini kaydırıp şarkının adı yazıyor mu diye sorguluyorum. birisi yazmış. hemen girip dinliyorum. çok seviyorum. bi bakıyorum “muse” yazıyor. ilk kez o gün “kimmiş lan bunlar” diyip birkaç şarkılarına bakıyorum. resistance, uprising gibi o dönemdeki en popüler şarkıları çıkıyor karşıma. açıp bütün albümü dinleyecek kadar derine girmeden 4-5 şarkılarını daha dinleyip çıkıyorum.

2013. gezi zamanları. twitter’da, whatsapp’ta, facebook’ta alttan “uprising” çalan direniş görüntüleri derleme videolarını izliyorum. bu sefer iyice dinliyorum, sözlerini hazmederek. bu kadar kolay coşturan şarkılara çok sık denk gelmediğimi fark edip sevmeye başlıyorum grubu.

2014. lisede bir arkadaşımın hoşlandığı kızla ilgili bilgi toplamak için kızın en yakın arkadaşını araştırıp tumblr hesabını buluyorum. anonim mesajlaşma fasilitesi ile sohbet edip ağzını arıyorum. sayfada arka planda otomatik çalan bir şarkı var. ilk başta sadece bass gürültüsü gibi geliyor ama sayfanın müdavimi olmaya başladıkça aşık oluyorum hysteria’nın girişine.

2015. üniversite sınavına hazırlanıyorum. matematik/geometri soruları çözerken youtube’dan kendi oluşturduğum bir playlisti dinliyorum. liste bitince bir şarkı çalmaya başlıyor. o kadar cızırtılı ki bi an kulaklık bozuldu sanıyorum. sonra birden o cızırtı harika bir melodiye dönüşüyor, elimi kulağıma götürmüşken yarı yolda indirip test çözmeye devam ediyorum. şarkı bitince adına bakmak için ekranı açıyorum. plug in baby’i ilk kez orada görüyorum.

2018. üniversitedeyim. simulation theory’nin çıktığı ilk zamanlar. twitter’da sürekli eleştiri yazıları görüyorum. “ne yapmışlar bunlar” diye girip bakıyorum, synthwave havası hoşuma gidiyor. 1-2 şarkı hariç bütün albümü tekrar tekrar dinliyorum. “lan bu muse ne güzel şeymiş” diyorum ama hala eski albümlerine dair pek bir bilgim yok.

2021. hayatımın nispeten boş ve belirsiz dönemleri. her günün bir öncekini aratma ihtimalinin yüksek olduğu tuhaf, soğuk ve hızlı geçen birkaç ay. yıllarca parçalara böldüğüm muse bilgimi derleyip toplamak istiyorum. belki de bir şeyleri tam anlamıyla anlayarak hayatımı yavaşlatıp bir raya oturtmak derdindeyim. birisi en sevdiğin şarkıcı/grup? diye sorunca net bir cevabım olmasını istediğimden belki, bilemiyorum.

yine 2021. üniversiteden tanıdığım bir kızın instagram hesabında gezerken çok eski hikayelerinden birinde “new born”un başındaki piyano sekansını çaldığını görüyorum. yatağımda doğruluyorum. bir döngünün kapandığını hissediyorum ve “tamam, bu bi işaret” diyorum kendime.

böylece gerçek anlamda dalıyorum.

showbiz’den st’nin son şarkısına kadar ne varsa dinliyorum. bir şarkıyı tam anlamıyla içselleştirmek için şarkının hikayesini, sözlerinin arkasındaki anlamı araştırıp röportajlarını dinlemesi gereken biri olarak ilk dört albümündeki tüm şarkıları, sonraki albümlerin de çoğunluğunu ezberleyene kadar dinliyorum. stüdyo kayıtlarından bile daha etkileyici olan canlı performanslarına dalıp saatlerce çıkamıyorum. her birini “ah ulan orada olmak varmış” naraları atarak izliyorum. b-side’lara, demolarına, ilk yıllardaki “her tuvalette çaldıkları” * performanslarına kadar araştırıyorum. grup üyelerinin gençliğine iniyorum, “ben ortaokuldayken şu şarkı çıkmış vay be” diyorum. hayatımın farklı dönemlerine denk gelen albümlerini dinlerken “o zamanlar, bu albümler ‘canlı’ iken, keşfetseydim hayatım daha farklı olur muydu” diye merak ediyorum. “büyük ihtimalle olmazdı ama en azından o hayatı arka planda güzel bir müzik varken yaşardın,” diye cevaplıyorum kendi sorumu.

2022. ağustos. will of the people’ı çıktığı gün sindiriyorum. grubun açık bir şekilde kendisinin parodisi haline gelmişken -ve bunu kabul etmişken- bile inanılmaz kaliteli şarkılar çıkardığını görüp daha da bir bağlanıyorum. her şarkısını gelecekte nasıl bir dönemde dinleyeceğimi merak ederek bozuyorum kulaklarımın bekaretini.

hayatımı o kadar da güzel olmayan zamanlarda birazcık da olsa güzelleştirdiği için minnettar kalıyorum ingiltere’nin küçük bir kasabasında lise okumuş üç gence.

albus dumbledore un gay olması

olayın kendisiyle hiçbir derdim olmasa bile duyurulma şekline kızgın olduğum durum.

seriyi iyisiyle kötüsüyle yazmış bitirmişsin. sırf kitabın ilk yayımlandığı dönemde dünya buna hazır olmadığı için bu tarz bir düşünceyi kitapta dile getirmiyor/ima etmiyorsun (hatta belki o vakitlerde aklında bile yok bu) ama pat diye bir gün çıkıp geriye dönük böyle bir açıklama yapıyorsun. hikayenin akışına yönelik ciddi bir etkisi olmadığı için bu açıklamanın çok önemi yok ama kendisinin evrene "suni" müdahaleleri bununla sınırlı değil. bu minvalde yaptığı "şu karakter aslında çok kral adamdı" "şu piçin teki aslında" gibi açıklamalarla insanların kafasındaki karakter imajlarını keyfekeder değiştirmeye devam etti.

kendisinin sonsuza epey yakınsayan * bir kredisi olsa da seriye son filmin vizyona girmesinden şu ana kadar yaptığı açıklamalarla ve fantastik canavarlar zokasını yutturmaya çalışmasıyla epey zarar verdi jk rowling. umarım artık durulur ve her ne açıklarsa açıklasın bunu kendi kimliği ile yaparak evrenin daha çok zarar görmesine engel olur.

sözlük yazarlarının itirafları

bu başlıktaki itiraf eksikliği beni rahatsız ediyor. insanlar gelip "bugün hava çok güzel" tandansında cümleler tükürüyor bu başlığa; ulan bunun nesi itiraf?

itiraf dediğin şey nahoş olmalı, için içini yemeli, bir başkasına anlatırken çekinmelisin ki bu sözlük gibi anonim bir mecrada rahatlıkla dile getirebilesin.

o yüzden başlığa uygun bir şey yazmak istiyorum.

küçükken eve misafirliğe gelen bir aile dostumuzun küçük kızını, odamda saklandığım dolaptan sesler çıkarmak suretiyle korkutuyordum ve garibim dolabı açmaya cesaret edemediği için ağlayarak salona her döndüğünde yerimden çıkıp sakince koltuğa oturuyordum. ne zaman büyükler kendisini yeniden odama gönderse aynı şeyi tekrarlıyordum ve bu beni eğlendiriyordu.

şimdi, bir yerlerde bir kızın geçmişinde tatsız bir geceye sebep olduğum bilgisi ile uyuyorum her gece. küçük, minicik bir sızı geliyor şuramdan (parmağımla kalbimi gösteriyorum gibi düşünün) sonra geçip gidiyor. böyle işte. alın size itiraf.

hyper chondriac music

hyper music'te sinirlenen bünyeyi "bi' dakka birader, adam akıllı dinlersen şöyle bir yönü de var bu şarkının" diyerek önce sakinleştiren sonra da eşine zor rastlanır kederlere boğan muse büyüsü.